Hukukun belirli bir bölgede veya belirli şekillerde ihlal edilmesi demek hukukun olmadığı anlamına gelmez gelmemesine de peki ya hukukun sürekli ihlal edilip kendini yenilemek zorunda kaldığı bir coğrafyada hukukun varlığından söz edilebilir mi?
Akılın bile akıldışılığa yenik düşerek zifiri karanlığa sürüklediği bu zamanlar tüm dünyanın müşterek ayıbı olarak tarihe yazılacak anlardır. Şu an bile bu yazıyı yazarken kendi canını kurtarmaya çalışan insanları denizin üzerinde cebelleştiklerini görmek ve bu ayıba tanık olmak artık çok da zor olmasa gerek. Hani bir BM vardı mültecileri korumak adına düzenlenen, yetkiler verilen, insan hakları konusunda ilk sırada yer alan, hani bir Uluslararası Mülteci Örgütü vardı bu insanları destekleyen onların yanında yer alan. Hani vardı var olmasına da en karanlık ve en zor zamanda nerede bu kurumlar hani nerede bu insan seven ve ayırt etmeyen örgütler?
Ülkemizde hemen hemen Suriyeli mülteci sayısının 2 milyona çıktığı dramatik bir tabloda 3 yaşındaki henüz hiçbir şeyden habersiz Aylan bebeğin kayaya vurmuş cansız bedeniyle irkildi tüm dünya. Günlerce haber konusu oldu günlerce ilk sayfa manşetlerinden inmeyip bu cansız minik beden kan dondurdu. Masumluğun resmi denildi çaresizliğin son noktası denildi fakat unutulan bir şey vardı ki o da ölü bir çocuğun masumiyeti değil yaşama hakkı olup da eceliyle ölen bir çocuğun masumiyetinden bahsedilebilirdi, bu tablo ise olsa olsa dibe vurmuş insanlığın/insanlığımızın resmi olabilirdi.
Bu tabloyla beraber hareketlenen AB ülkeleri (Almanya ve Avusturya) mültecilere Dublin sözleşmesini de askıya alarak kapılarını açmaya başladılar başlamasına da bu tablodan önce mültecileri ülkelerine direk almamakta veya başka ülkelere göndermekteydiler. Aylan’ın ölümü mü insanlıklarını ayaklandırmıştı yani vicdanları mıydı söz konusu olan yoksa kamuoyunun yarattığı inanılmaz etki miydi onları harekete geçiren?
Ortada bir savaş varsa eğer bu bir çok açıdan bakılmalı çünkü savaşın verdiği hasarlar tek tük olamaz. Bunun siyasi yanı da vardır, psikolojik, kültürel, ekonomik, hukuksal o şu bu da… Bu etkiler uzar da uzar fakat tek bir ortak varsa o da yaratılan umutsuzluk, çaresizlik ve de acıdır. Kendi doğup büyüdüğü toprakları terk etmek durumunda bırakılan ve kurunun yanında yaşın da yandığı nice güzel fidandır hayatta kalma mücadelesi veren ve daima çırpınmak zorunda kalan. Aylan koşup zıplayacağı yaşta başkası okuyacağı yaşta bir diğeri annelik veya babalık yaptığı veya yapacağı yaşta bir başkası ise hayatının baharında gözlerini yummak durumunda bırakılır.
Bunun yanı sıra daha şanslı olan ve ülkelerinden kaçıp farklı ükelere sağ salim ulaşabilmekle de bitmez bu insanlık suçu. Zaten nasıl bitsin ki bu insanlar yerlerinden edilmiş, evlerinden ayrılmış, arkalarında bir karanlık bırakırken önlerinde de hayata tutunmalarını sağlayacak eş dosttan başka aydınlık yol görememişlerdir. Ne bir parça ekmek vardır karınlarını az çok doyurabilecekleri ne de bedenlerini ısıtabilecekleri bir yuva. Özellikle Türkiye’deki Suriyeli mülteci oranından yola çıkarak üç tane büyük sorunu görebilmemiz mümkün.
Bunlardan ilki çalışma zorluğu. Yürürlükte olan 4817 sayılı Kanun yabancıların çalışma iznini düzenlemiş nitelikte fakat oldukça uzun ve yorucu bir sürece tabi tutulduğundan bu mülteciler için derman olamıyor. Geçici koruma Yönetmeliğineragmen Suriyelilerin çalışma izinleri konusundaki hükümlerin tamamlandığı söylenemez. Bu sebeple gündelik hayatımızda bu hayata tutunma savaşı veren insanları sokaklarda mendil satarken, dilenirken bazen bir kutunun içerisinde kendine ev yapmış yatarken bazen de banklarda kıvrılmış çaresizlikle yatarken görmek mümkün. Bir diğer yandan ise bunun sosyolojik baskısı ile suç işleme oranları artıyor. İş bulamayan adam hayatta kalma mücadelesi adına normalde yapmayacağı adaletsizlikleri normalde yapmayacağı hukuk dışı fiilleri gerçekleştirebiliyor çünkü savaştan kaçan o,ülkesinden olan o, kendisine bakan çocuklarını koruyan o, hukuksuzluklarla savaşan o, insan olmak adına mücadele eden o elbet bir konuda kırılma noktasına gelip pes edebilecek de o oluyor.
İkinci bir sorun ise dil sorunu. İnsanın kendi doğup büyüdüğü ve alışageldiği kendi anadilinde konuşmasından daha doğal bir hak yoktur elbet. Hiç yabancı dil bilmeyen biri nasıl yurtdışında ilk zamanlarında oldukça güç durumda kalıp kendini ifade edebilmek için çırpınıyorsa mülteciler de farklı ve kendilerine yabancı bir ülkede “ burada bende varım”, ben de sizdenim” demek namına çırpınıp duruyorlar. Fakat sessiz bir çırpınış niteliğinde bu. Konuşmaya çalışsan da cansız bedenin bir kıyıya vurana kadar sesini duyan belki de duymak isteyen yok çünkü.
Bir diğer üçüncü ve göçmen problemlerinin en can alıcı noktası ise “beden ticareti”. Neden mi beden ticareti artıyor çünkü çalışma izinleri yok, çalışma izinleri olmayan adam ya suç işleyecek ya da kendi gururundan, yaşam biçiminden,inancından, anlayışından osundan şusundan fedakarlık ederek radikal değişimlere gidecek daha doğrusu gitmek zorunda bırakılacak. Bu noktada da devreye hiçbir zaman zulmleri bitmek tükenmek bilmeyen kadınlar/kadınlarımız girecek. Zorda kalarak zorunlu olarak seks işçiliği yapmak durumunda kalan kadınlar ve genç yaştaki binlerce kızın kendi bedenlerini satışındaki sessizlikte tıpkı kendilerini ifade edemedikleri sessizlik kadar çaresiz olacak. Bazen şiddet görüp ilgili kurumlara bile başvuramayacaklar bazen güvencesiz ve eşitsiz şartlarda çalıştırılıp yine dışlanan olacaklar. Kısacası insan hayatının ucuzluğu tekrar devreye girerek tekrar ve tekrar kadınlarımızı ve hatta ve hatta marjinal grup diye de anılan lgbtli bireyleri etkisi altına almaya başlayacak.
Bir olmanın zor ötekileştirmelerin kolay, hayatın değerli insan hayatının ise ucuz olduğu bu devirde bir birey olarak ayakta durabilmek pahalı fakat mülteciysen daha da masraflı hatta psikolojik açıdan da tahmin edilemeyecek kadar çökücü.
İnsanca bir yaşam için yola çıkarken kendini denizin kenarında çırpınmış ama boğulmuş olarak bulmak, tıpkı sessiz çığlığın gibi sessiz soluğunu dinlemek herhangi bir vicdan da yer bulabilir mi? Veya hangi hukuk düzeni kendilerine yer bulamayan bu insanlardan sonra ben hala hukuk devletiyim diyebilir? Ve de hangi hukuk devleti bu insanlık suçuna şahit olduktan sonra dünyanın hiçbir yerine sığınamayan bu insanları sığındırmaya yetebilecek niteliktedir?
Kıyıya vurmuş cansız bedenler yerine hayata umutla ve de hukukla bakan bedenler görüp bu utancın bir son bulması dileğimle tüm ölmüş insanlığımıza geçmiş olsun geriye kalan vicdanımız varsa eğer o da hukukla dolsun !
ECE ERGÜNEY
Commentaires